Geçmişten günümüze İslam coğrafyasındaki Devletler’in , diyanet politikası
Yağmurla ekilenler, rüzgarla biçilir. İnsan, düşünce, inanç öyle olmalı ki, kökleri toprağın olabildiğince derinin de gövdesi ve budakları göğe uzanırcasına gür ve güçlü olmalı. Bu da nedir derseniz ? İyi bir söz, doğru bir iş, güzel bir amel ile kazanılan kalıcı değerlerdir.
Yoksa, ferdiyetçilik, bireysellik, bencillik adına her çeşit haksızlığı, hukuksuzluğu, adaletsizliği yapıp ya da yapılmasına ültümas gösterip de üzerine bir de ben müslümanım demek, doğru olmaz.
İslam dünyasında yüzlerce yıl din, İslam coğrafyasında kurulan emirliklerin, halifeliklerin ve devletlerin, imparatorlukların iç ve dış siyasetine “ çıkarlarına, siyasi savaşlarına “ dayanak olarak kullanılmış.
Devletler, dini kendi siyasi emellerine alet etmişler ve din insanları da bu devletlerin nufüsundan yararlanarak karşılıklı bir çıkar dayanışma, bahis konusu olmuştur.
Bunun kaçınılmaz hazin sonucu dine de olmuştur devlete de. Din kendini ifade edememiş, devlet de çoğu zaman din baskısından kurtulup siyasetini özgürleştirememiştir.
Böyle olunca din de, devlet de gelişip rüştünü isbatlayamamıştır.
Bu bağlamda, dine ve devlete yönelik yapıcı düşünce, fikir, din ve diyanet düşmanlığı, zındıklıkla suçlanmış, bu yönlü gidişin düzeltilmesi de aynı çevrelerce engellenmiştir.
Asırlardır din kendisine devleti dayanak edinmiş, devletin sırtında bir kambur olmayı kendine reva görmüştür. Bunun karşılığında devletin her tür yanlış politikasını görmezden gelmiş, sesini çıkarmamıştır. Hatta devlet çoğu yanlış politikasını dini Fetva ile meşrulaştırmıştır.
Oysa, dinin sahibi Allah’tır ve dinin karşısında kim, ne olursa olsun gerçeği doğruyu ifade etmek gibi bir yükümlülüğü vardır. Ancak din bu işlevinde dünyevilik karşılığında feragat ettiği gibi, dinin kendisi de dünyevileşmiştir.
Tevhit dinleri kaynağından birdir ve hiç birinin diğerinden üstünlüğü yoktur.
Ancak dini temsil eden insanlar yaşadıkları toplumun eğilimleri, talepleri ve kültürleri doğrultusunda dinlerini dünyevileştirerek gelenekleştirmişlerdir.
Din, diyanet, devletin sırtından inip kendini bağımsızlaştırmalı, özgürleştirmelidir. Devlet de, dini kendine dayanak edinmekten vaz geçerek kendisini, kendi alanın da bağımsızlaştırmalıdır.
Bu durum, her iki kurum açısından da iyi, yararlı olacaktır. Din, kendi bildiği, inandığı doğrultuda kendini ifade edecek, devlet de hiç bir baskı altında kalmadan özgür politikalar geliştirecektir.
Diyeceksiniz ki, din ne yapıyor da devletin hürriyetini kısıtlıyor. Din bir şey yapmıyor. Devlet, dine sağladığı katkıyı siyasete alet ederek kendisine meşruiyet kazandırıyor. Yani devlet çinayet de işlese, ben Allah için, din için, vatan için yaptım diyerek, hukuksuzluğun üzerini din ile örtüyor.
Çevremiz de devletini suç makinasına dönüştüren despotik İslami devlet yöneticileri yok değil.
Diğer yakada kendini devletin kamburu yerine koyan din de, bunu görüp bildiği halde, dur ne yapıyorsun bu senin yaptığın hukuksuzluk diyemiyor, demiyor.
Böyle olunca da, İslam coğrafyasında demokrasi, laiklik , hukukun üstünlüğü, yargının tarafsızlığı kendini geliştirip kalıcılık sağlayamamakta.
Yani, yağmur İle ekilen politikalar, rüzgar İle yok olup gidiyor. İslam olarak, kalıcı görsel ve dünyaca taktir edilecek medeniyet yaratmaktan yoksun kalıyoruz.
Devletin, diyanet politikası, benzeri bir örnekle diğer kurumları da çekim güçüne dahil edip etkisi altına almakta.
Bunların başında TOBB gelmekte, Üniversiteler ve diğer çoğu Sivil toplum örgütleri de dahil. Tabi, yürütmenin doğrudan hakim olduğu kurumlar hükümet, dolayısıyla devletin diğer kurumları için de fiziki insiyatifi söz konusu.
Yorumlar
Yorum Gönder